Quartier Latin, Paris’in meşhur semtlerinden birisi. Şöhreti Avrupa’yı aşan bir talebe mahallesi. Nihat Sami Banarlı’nın “Yahya Kemal’in Hatıraları” isimli kitabının “Fransa’da Şiir” bölümünde, Yahya Kemal, Quartier Latin’den şöyle bahsediyor: “1904’ten sonra, Quartier Latin’de, şiire gözlerimi açtığım vakit yirmi yaşımı doldurmuş bulunuyordum.” Yahya Kemal’in ifadelerinden de anlaşılacağı gibi, dönemin şiiri Quartier Latin’de yazılmakta ve ülkemizden de birçok şairi etkileyen sanatkârlar – akımlar bu meşhur semtte ikamet etmektedir. Fransız sembolizminin kuramsallaşması ise işte bu muhitte olmuştur.
Asırların Efsanesi gibi bir başyapıtı ortaya çıkaran Victor Hugo’dan, şiiri bunalıma girmenin bir dili olarak kabul eden büyük umutsuz şair Stephane Mallarme’ye ve Elem Çiçekleri’nin marazlı şairi Charles Baudelaire'e kadar geçen süreçte edebiyatımız Fransız şiiriyle şekillenmiştir. Avrupa’da şiir ile iştigal eden cins beyinlerin kabul ettiği bir gerçek var. Fransız şiiri ikiye ayrılır, Charles Baudelaire’den önce ve sonra. Baudelaire’i tek bir cümleyle özetlemek, onu ve şiirini ifade etmek mümkün olmayacaktır. Fakat Baudelaire sıtmasına tutulmuş birisi, onu en iyi ifade eden cümlenin Jean Paul Sartre’a ait olduğunu bilir. Sartre’a göre Baudelaire hiçbir zaman kendini unutmayan adamdır. Görürken de bakar kendine o, baktığını görmek için bakar. Sartre, ilençli bir ozanın, yaşam öyküsüne bizleri şahit tutarken, bu huysuz Quartier Latin sakinini yarı varoluşçu – yarı ruhçözümcü bir perspektif ile inceliyor.
“Foucault Deneyi…” Pantheon’un kubbesinden sarkıtılan devasa bir sarkaçla dünyanın döndüğünü ispatlayan Leon Foucault, Paris’te yüzyılın bilim hadisesi olayı olarak gazete manşetlerinde yerini almıştı. Bu deneyin yapıldığı Pantheon isimli yapının üzerinde durmak istiyorum. Kral XV. Louis tarafından temelleri atılan Pantheon, başlangıçta kilise olarak kullanılmıştı. Zaten yapılış maksadı da böyleydi. Fakat Fransız İhtilali’nden sonra bu gösterişli yapı anıt mezara dönüştürüldü. Skolastik dönemin baskısında üretkenliğini yitiren bilim ve sanat, Avrupa’da aydınlanma hareketleri neticesinde yeniden canlanmış ve karanlık döneme ait sembol yapılar, ihtilallerden sonra kiliseden intikam alma aracı olarak kullanılmıştır. Pantheon Kilisesi de o yapılardan biridir. Foulcault, kilisenin kubbesini kullanarak yaptığı deney ile aynı zamanda yeni bir devrin başladığını duyurmuştur.
Pantheon binası Quartier Latin semtinde ve Fransız İhtilali’nden beri -bir sembol olarak- anıt mezar olarak kullanılıyor. Panthéon'da gömülü olan bazı insanlar ve Panthéon'a gömülme tarihleri şöyledir: Voltaire (1791), Jean-Jacques Rousseau (1794), Joseph-Louis Lagrange (1813), Jacques-Germain Soufflot, Panthéon'un mimarı (1829), Victor Hugo (1885), Émile Zola (1908), Pierre Curie (1995), Marie Curie (1995), Alexandre Dumas (2002).
Fransız şiirinden bahsediyorsak, Fransız şiirini dönemlere ayıran isim olan Baudelaire’i biraz daha irdelemeliyiz. Michel Leiris, Sartre’in Baudelaire isimli kitabına yazdığı önsözde şu ifadelerle esere katkıda bulunmuş:
“Şiire -kendisinin de itiraf ettiği gibi bu kadar yabancı olan ve tutkulu şiir yandaşlarına karşı -örneğin, Edebiyat nedir? adlı denemesinde alelacele gerçeküstücülüğün idam kararını vermesi zaman zaman, en azından eşi görülmedik ölçüde katı olabilen Sartre’ın hesabına, burada, Baudelaire’in yapıtının çok bilinmeyen bazı nağmelerini seslendirmiş ve önünde sonunda, en yüce anlamıyla efsane sayılacak bir yaşamın “talihsizlik”ten başka bir şey olmadığını göstermiş olmayı da eklemek gerekir; efsane kahramanı, alınyazısını kendi iradesine göre biçimlendirir, kaderi kendi heykelini yontmak zorunda bırakır sanki.”
Baudelaire için genel geçer bir görüş vardır. Ondan bahsederken cümlenin başına “iflah olmaz bir melankolik” tabirini yakıştırırlar. Onun bu yalnızlığı, Lyon’daki College Royal’de başladı ve ardından tahsiline devam ettiği Lousele Grand’da daha çok pekiştirildi. Elem Çiçekleri’nde soluduğumuz o karanlık atmosfer bizi kendine çekmekte ve özellikle “Lanetli Kadınlar” bölümünde Baudelaire’nin ruhçözümcü kimliğini daha net görmekteyiz. Franz Kafka’nın onun hakkındaki düşüncelerini aktarmadan geçemeyeceğim. “Bazıları çirkinlikleri göstererek güneşi yüceltirler bazılarıysa çirkinlikleri yücelterek güneşi yok sayarlar. Baudelaire çirkinlikleri gösterirken güneşi yok sayan bazıları arasına girse de şiirlerindeki çift yönlülük kendini belli eder.” Franz Kafka ile Elem Çiçekleri şairinin yaşama bakış açılarını birbirine yakın buluyorum. Elem Çiçekleri’ndeki o karanlık atmosferden birkaç cümle önce bahsettim. Franz Kafka’nın şu cümlesi düşüncemi destekler nitelikte. “İyi, bir bakıma iç karartıcıdır.”
Quartier Latin’in bir diğer sakini olan Victor Hugo’nun Notre Dame’nin Kamburu’nda Ortaçağ Avrupası Fransa’dan başlayarak çok güzel işlenmiş. Şair Jean Cocteau, Victor Hugo için “Victor Hugo, kendisini Victor Hugo sanan deli bir adamdı.” diyor. Uçlarda olmasıyla ve tutarsızlıklarıyla bilinen Victor Hugo böyle yorumlanmakta. Onun tutarsızlığını anlamak için, ölüm döşeğinde iken söylediklerine kulak kabartmak gerekiyor. Ölüm anı geldiğinde “Siyah bir ışık görüyorum.” diyerek son nefesini vermiştir. İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından oluşturulan Yahya Kemal Külliyatı’nın 9. kitabında anlıyoruz ki, yolu Quartier Latin’den geçen Yahya Kemal’i Elem Çiçekleri’ne götüren yolda fevkalede heyecanlı bir durak olmuş Asırların Efsanesi. Bir müddet bu şiir üzerinde kalan Yahya Kemal, Victor Hugo’dan –kendi ifadesiyle– Şer Çiçekleri’ne ilerlerken “Baudelaire Sıtması” na tutulacağını kestirememişti.
Üzerinde kalmaya değer bir başka nokta ise yazımın başında “bir başyapıt” diyerek bahsettiğim Asırların Efsanesi başlıklı şiir. 1857 Nisan’ında kaleme alınan şiirde Victor Hugo insanoğlunun tarihinden bahsederken, müthiş bir zarafet ile dünün-bugünün-yarının aynasını elimize tutuşturuyor. Şiir, şöhretin surlarındaki çatlaklardan sızıyor ve bir müddet sonra bütün bir kaleyi yerle bir yapıyor. Şiirin mütercimi ise Cemil Meriç. Yeniden ve yeniden şükran duyuyoruz. Fransız diline olan hakimiyeti ile şiiri özümseyişi bir araya geldiğinde muazzam bir tercüme ortaya çıkmış. Aşağıdaki mısralar şiirin ve çevirinin azametini göstermeye kâfi gelecektir.
Fezâ, kafamda mısra mısra billurlaşırken,
Doğum sancılarıyla kıvranırken şuurum
Başucumda bir hayal belirdi: vakur, mağmum,Tarihin hemşiresi efsaneydi bu… SonraO gitti tarih geldi… İkisi de sıraylaBir şeyler karaladı, önümdeki deftere…Mâziden, uçurumdan, karanlıktan bir esere- Asırların Efsanesi: Bu Kitap Şu Tecellîden DoğduVictor Hugo, Mütercim: Cemil Meriç
Yazımı bitirirken son olarak Jean Cocteau’dan söz etmek istiyorum. Edith Piaf’a karşı derin bir hayranlık besleyen Cocteau, Piaf’ın ölümünü öğrendikten sonra müthiş bir teessüre kapılıyor ve yaşama veda ediyor. Aşkın tanımı soran birisine verdiği cevap ise hayli şairanedir. “Aşkın tanımı yoktur, kanıtları vardır.” Fransız şiirine ve Avrupa’nın fildişi kulelerine kısa da olsa bir giriş yaptım. Biraz daha vak’anın içine girmek istiyorsanız Dan Frank’ın Bohémes isimli eserini temin edebilirsiniz. Sel Yayıncılık’tan çıktı. Ayrıca Charles Baudelaire’nin Elem Çiçekleri’ni, Stefan Zweig’in Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar’ını, Nihat Sami Banarlı’nın Yahya Kemal’in Hatırları’nı, Sartre’ın Baudelaire’ni tavsiye ederim.
Eyüp Aktuğ, Karanfil Fanzin, 17, Aralık 2015
Alexandre Dumas, Pierre ve Marie Curie ne kadar uzun yaşamışlar maşallah.
YanıtlaSilMerhaba Umut,
SilSözü geçen A. Dumas ve Pierre & Marie Curie için belirtilen tarihler ölüm tarihleri değil, Pantheon'a gömülme tarihleridir.