Ankara... Beyaz yakalıların, diplomatların, sabah sekiz akşam beş yaşayanların şehri. Hava soğuk. İki hafta önce yağan kar hala yollarda. Duyduğuma göre üç ayrı dünya varmış bu şehirde. Ben devletim diyenlerin dünyası, ben halkım diyenlerin dünyası ve devlet ile halk arasında kendini konumlandıramayanların dünyası. Peki Harun Ankara'nın hangi dünyasından? Harun, ben devletim diyenleri sevmiyor. Hatta nefret ediyor diyebilirim. Harun, ben halkım diyenleri de sevmiyor, çünkü ben halkıım diyenler Harun'u anlamıyor. Harun, bu durumda, devlet ile halk arasında kendini konumlandıramayanların dünyasından. Harun kim mi? İşte, orada. Sırt çantasıyla sokağın köşesinden bana doğru yaklaşan genç adam. Adımlarını hızlı atıyor, ama temkinli. Ayakkabılarını yine bağlamamış. Bir gün ayakkabı bağcıklarına basıp düşecek! Bir şeyden kaçar gibi bir hali var.
Eyüp: Dostum, ne bu acele, kimden kaçıyorsun?
Harun: Kardeşim, kimseden kaçmıyorum, otobüsüm saat on ikide. Geç kaldım.
Eyüp: Yüzüne ne oldu?
Harun: Dostum, beyaz yakalılar sakallarımı doğradı!
Yanlış düşünmüşüm. Beyaz yakalıların cüzzamlı suratlarından kaçtığını, gökyüzüne baş veren kirli apartmanların gölgesinden kurtulmak istediğini... Buna benzer cümleler kuracaktım. Kasmayı düşündüğüm bütün aforizmalarımı bir anda katlettin dostum. Gözleri otobüs biletinde koltuk numarasını kaç olduğunu çözümlemeye çalışıyor. Otuz altı... Koridor boyunca gözleri koltuğunu arıyor. Bir yandan da dua ediyor: "Allah'ım inşallah kimse oturmaz yanıma." Harun'un bu içli duası kabul olmuş olacak ki, bütün bir yolculuk boyunca iki koltuğu birden işgal etti. Sırt çantasından batıl bir kitap çıkardı. Soren Kierkegaard, Korku ve Titreme.
Eyüp: Kitabın konusu nedir dostum?
Harun: Kitabın konusunu Hazreti İbrahim'in Allah'ın emri ile oğlu Hazreti İshak'ı kurban etmek için yaptığı yolculuk oluşturur. Bu yolculuk üzerinden ahlak felsefesi üzerine eğiliyor kitap. İncil, baz alınarak yazılmış bir eser. Dostum, şimdi izninle kitaba kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
Otobüs harekete geçeli iki saat olmuş, Harun hala kitabı irdelemek ve kitap üzerine notlar almakla meşgul. O da ne? Jan janlı, parlayan bir kalem ve küçük bir not defteri. Not defterinin üzerinde Dergah, kalemin üzerinde Polatlı Belediyesi yazıyor. Harun, defter kalem gibi araç gereçlerde eşantiyon ürünlerine karşı ayrı bir sevgi besliyor sanırım. Her neyse, yolculuk üçüncü saatine giriyor. Göz kapakları yer çekiminin cazibesine yenik düşmek üzere.
Eyüp: Dostum, uyudun mu?
Harun: ...
O gecenin sabahı ben, taşranın en soğuk şehri olma özelliğine sahip olan Sivas'taydım. Harun ile sabah namazında Ulu Camii'de buluşma kararı almıştık. Hava hayli soğuktu, dondurucu bir atmosfer. Güneş toprağı henüz çözememişti. Evde sıcacık su ile abdest aldım. Üzerime üç, dört kat giyindim. Yün çorabımı da ayağıma geçirdim. Ulu Camii'ye doğru yola koyuldum. Yüzüme iğne gibi saplanıyordu havadaki ayaz. Verdiğim nefesi almakta zorlanıyordum. Derken camiiye ulaştım nihayet. Camii imamı bir sure okuyarak, cemaatin toplanmasını bekliyordu. Surenin okunduğunu duyduğumda farzı kaçırdığımı düşünmüştün önce. Uygun bir yere diz kırdım. İmamın kıraatı gerçekten çok hoştu. Biraz geçmedi ki, sırtımı birisi tekmeledi. Sırtımı tekmeleyen Harun'dan başkası değildi. Sarılıp kucaklaştık. İmamın okuduğu sureyi duyan Harun, benim ilk başta düşündüğümü düşünmüş. Cemaat farzı kılmış, ben de şu köşede namazımı kılayım demiş. Harun namazı bitirdiğinde, müezzin sabah namazı için saf tutmamızı ihtar etti bizlere. Üzülme dostum, ameller niyete göredir. İnşallah cemaat sevabını almışsındır sen de.
0 Yorum:
Yorum Gönder
Bloguma ziyaretiniz için teşekkür ederim. Bu içeriği beğendiyseniz paylaşabilir, yorum yaparak katkıda bulunabilirsiniz. Yeniden görüşmek ümidiyle...